Bir Öykü - Öz
Sonunda yapıtım bitmişti. Zamanımın her lahzasını verdiğim esere bir de yabancı gözle bakmak istediğim için geri çekildim. Geriye bir adım daha. Her adımda farklı boyutta görünüyor, küçük ayrıntılar gözden saklanıyor, büyük renkler ve objeler göz önünde birleşerek ahenk yaratıyordu. Uzaktan gözlere ve estetik tatmine sebep olan, yakından ince anlamlılık ve renklerin zekice kullanılışıyla derinlik hissi veren bir eser yaratmıştım. Kendimle gurur duymaya cüret ettim.
Sanırım bir tablomu tamamladığımda ilk yaptığım şey ellerimi yıkamaktı. Lavabo tam olarak 8 adım sağımda olmasına rağmen sadece ellerime bakmakla yetindim. Ellerim neredeyse eserimden daha etkileyiciydi. Her tarafı saatlerce yıkamakla geçmeyecek malzemelerimin lekesine bulanmış rengarenk bir kat daha deri oluşturmuşlardı. Bana çok daha etkileyici ve kişisel bir eser gibi göründü. Güç bela yarattığım, yaratmak için delirme sınırlarında cambazlık ettiğim eserimin izlerinden bu kadar kolay kurtulmak istemedim.
Penceremin kenarına zamanında yakın dostumun attığı eskimiş koltuk ve önünde duran, yine dostumla beraber sokakta bulup hemen stüdyoma getirdiğimiz eski sehpa güneşin üstlerine vurması ile altın tepside sunulmuş, almak da zorunda olduğum bir ikram gibiydi. Son birkaç saattir beynime tokmakla vuran nikotin ihtiyacımı karşılamaya ve ellerimde zaferin izleriyle biraz daha kendimle gurur duymaya gittim. İlk oturuş, iskemlenin saatlerdir yol açtığı ağrıyı rahatlattı. İlk duman saatlerdir ihtiyacım olan rahatlamayı verdi. Odanın ucundan tabloma ilk bakışım sonunda görevimi yerine getirmiş olmanın baskısını üzerimden kanatlandırıp aldı. Özetle günler boyu olmadığım kadar rahattım.
Bu koltukta son bulan, bu ana kadar son zamanlarda çektiğim tüm rahatsızlıkların suçlusu üzerinde bulunduğum koltuğu getiren yakın dostum idi. Yüzünü sinirlerim ısınmaya başlamadan düşünemiyordum bile. Suratını gördüğüm yerde ağır bir sille indirip daha fazla sinirimi içimde tutmak istemiyordum. Ama bunu yapmayacağımı bu koltuk da bu sehpa da bu tablo da ve o dost da biliyordu. Zaten en başından hayatıma karışıp bana iyilik etme cüretini tam da bu sebeple göstermişti. İçine dönük hassas doğamın verdiği güvenle.
Geçen aylarda her yönüyle iyi sayılabilir her şeyin tam tersi bir ayrılık yaşadım. Yarattığı engellenemez tüm fena etkilere ne bir dost omuzu ne başka birisinin kokusu ne bir içki ne de yalnız kalmak çare olacaktı. Aklımı ve yüreğimi rahat bırakmayan intikam arzumu, af ve merhamet dileyen gözyaşlarımı ve hala saçlarına dokunarak vermek istediğim sevgiyi renklere dönüştürerek tuvale döktüm. O zamana kadar yaptığım en hatırı sayılır esere büründü. Açıkça itiraf edersem o eseri ben yapmadım. O kendi kendini yarattı. Bu nedenle ona “öz” ismini uygun gördüm. Benim özümü sahiplenerek kendisine bir öz yarattığı için.
Sevgili eserim o anlar için acımı içimden almış ancak daha sonra dostum ile iş birliği yaparak geri iade etmişti. Dostum her zaman için yarattıklarımı birilerine göstermemi isterdi, ancak son seferinde Öz’ü görerek bela okunası ellerini tutamamış, bir galeriye götürmüştü. Öyle çok rağbet görmüştü ki, ilgi ve övgü şaşkınlığı arasında dostuma öfkemi dökmeyi bırakın, galeride çalışan ve nefes almadan konuşan adama cümleleri arasına sinsice sıkıştırdığı sıradaki sergi için tablo yapma teklifine bile hayır diyemedim. Evime dönüş, evimden stüdyoya gidiş ve de stüdyodan solumda bulunan eserin bitişine kadar pişmanlık ve azap dışında bir şey duymadım.
Stüdyo duvarımda bulunan- yine bir hurdalıktan çıkarıp getirdiğim ve kendi tamir ettiğim- saat öğlen 12.22’yi gösteriyordu. Hafta sonu açılacak sergi için tablomu bugün 16.00’a kadar teslim etmem gerekti. Bir sigara daha sarmada ve güneşin penceremden kısmen görünen ağaçlığa vurmasını izlemekte acele etmedim. Ağaçlığın içinde toprağı şekillendirerek kendi eserini oluşturan 9-10 yaşlarında kahverengi saçlı üstü başı kirlenmiş bir çocuk vardı. Bir sigara daha sardım. Çocuk dikkatle işini yaparken başını kaldırıp sağını solunu kontrol etmeyi de ihmal etmiyordu. Eserinin neye dönüşeceğini ve neden etrafa suç işliyor gibi baktığını merak ederek izlemeye devam ettim. Fark etmeden bir sigara daha sarmışım. Küçük çocuk benim boyum için küçük kendisi için neredeyse dev bir topraktan heykel yapmıştı. Şekil vermekte zorlandığı toprağı arkasında duran su birikintisinden avuçlarına doldurduğu su ile ıslatıyor, ayrıntılı insan figürleri ve roma mimarisini kıskandıracak antik görünümlü bir bina oluşturuyordu. Ağzımda sönen sigarayı yakmak için el yordamı ile çakmağımı aradım. Tanımadığım küçük çocuğa hayranlık dolu gözlerle bakıyordum. Hatta toprağı şekillendiren zarif parmak hareketlerini fırçamla nasıl uygulayabileceğimi çözmeye ve aklımın bir köşesine not etmeye çalışıyordum. Saymadığım sigara sonrasında saat 15.59 a gelmişti. Saati görmezden gelerek onu izlemeye devam ettim.
Eserine odaklandıkça çocuğun etrafa daha da sıklıkla baktığını gözden kaçırmıştım. Son soluna bakışında gözleri daha uzun süre oyalandı. Baktığı yere bakmaya devam ederek ayağa kalktı, toprakta sessiz kalmaya ve dikkat çekmemeye çalışarak baktığı yönde bir ağaca ilerledi. Yürüyüşünü görene kadar küçük yaşta bir çocuk olduğunu unuttuğumu ve onu bir usta olarak gördüğümü fark ettim. Neye baktığına merakla kafamı cama o kadar yaklaştırdım ki şakağım cama çarptı. Yine de her neye bakıyorsa görüşüm dışındaydı. Sonrası beni o gün en çok şaşırtan ve kendim hakkında en büyük özelliği fark etmeme sebep olacak bir hareketle devam etti.
Çocuk yakınında durduğu ağaçtan aceleyle geri eserine koşarak karşısında durdu. Birkaç saniye kendi yapıtını izledi, ellerini uzatarak küçük ayrıntılar ekledi, biçimleri kusursuzlaştırdı, pürüzleri ortadan kaldırdı. Son dokunuşları bittiğinde birkaç saniye daha ne yaptığına baktı. Son defa hala neresi olduğunu anlamadığım tarafa bakarak eserine sağlam bir tekme geçirdi. Tüm diklikler dağılıp yerle buluşana kadar vurdu, yerde tümsekten başka bir şey kalmayınca elleriyle toprağı dağıttı ve üstünde zıplamaya başladı. Sanki üstünde zıpladığı benim parçalanmış tuvalimmiş gibi onu durdurma dürtüsüyle koltukta dikleştim ve ucunda oturmakla kalkmak arasında durdum. Neden böyle bir şey yapmıştı? Eseri o kadar mükemmeldi ki benim dağlardan yüce gururumu kenara atmamı ve adını sanını bilmediğim bir çocuğa saygı duymamı sağlamıştı. Eseri o kadar ustaydı ki bilinçli mi bilinçsiz mi olduğunu bilmediğim tüm tekniklerini aklıma kazımaya çalışmış, ondan öğrenmiştim.
O toprağı dağıtmış üzerinde zıplamayı durdurmuştu ki orta yaşlarda aynı kahverengi saçlara sahip bir kadın yaklaşarak çocuğu kolundan tuttu. Ellerini kaldırıp parmaklarındaki kire baktı. Sinirli bir beden dili ve çocuğun yere diktiği bakışları dışında bir şey gözlemleyemiyordum. Kadın hiçbir işe yaramayan silkelemeler sonunda kolundan tutup sinirini belli ederek ustamı görüşümden çıkardı.
Her çaldığında yüreğimi hoplatan, stüdyomun sessiz ortamına tamamen karşıt ancak yine de bir türlü sessize almayı öğrenemediğim sabit telefon gümbür gümbür çalmaya başladı. Önce telefona sonra saate baktım. Çoktan 16.00’ı geçmişti. Büyük ihtimalle dostum ya da galeri çalışanlarından biri beni neyin geciktirdiğini sormak için arıyordu. Cevabını bilmediğim sorular bende nahoş hisler yarattığı için koltuktan hızla kalkıp ceketimi üstüme geçirdim ve telefonun sesini kapımın ardında tablomla baş başa bıraktım. Hızlı adımlarla binadan inmiş ve parka yürümeye başlamıştım. Etrafta ustamdan ve baltacısından iz yoktu, penceremden görünen ve biraz önce burada bir eserin durduğunu belli etmeyen küçük bir toprak tümseği dışında.
Tümseğin başında dikilip durdum. Toprağa baktıkça nasıl Öz’e aynısını yapmam gerektiğini düşünüyordum. Öz benim için özeldi. Anılarımı, hislerimi, kendimi vermiştim. Ortada öylece durup o hislerin yüceliğini anlamayacak gözlerle kirletilmesine izin vermemeliydim. Onu kendime özel bir yerlerle bağlamıştım, sadece gözlerine hitap eden ancak ardındaki anlamın zerresini göremeyen insanlara vererek o bağı koparmış, Öz’üme ihanet etmiştim.
O an anladım. Ustam eserini göstermek için değil görmek için yapmıştı. Sadece kendinden dışarı çıkarmak istemişti hayatından dışarı değil. Aynı Öz’üm gibi. Daha önce galeride bulunduğum süre, eve dönüş yolum, evden stüdyoya gidişim ve son eserim üzerine çalışmam boyunca şekle bürünmeden orada olduğunu sonuna kadar hissettiren duygularım sonunda toprağa bakarken şekil buldu.
Dostuma ve galericiye söylemek istediğim, sadece şu ana kadar ne olduğunu bilmediğim cümleler sıralanmaya başladı. Ben ilgi ve övgü istememiştim. Para kazanmak ve yeteneğimle gösteriş yapmak hiç istememiştim. Ben salt yaratmak istemiştim. İçimde bulunanları dönüştürme gücümü kullanmak, aklımdan ve yüreğimden söküp fırçalarımla dürtmek, renklerimle adlandırmak suretiyle soyutluğumu somutlaştırmak istemiştim. Bunun verdiği tatmin benim için yeter de artardı. Hayatımda başka bir eylemimden bu kadar tatmin olduğumu, hiçbir sonuçla kendimden bu kadar gurur duyduğumu ve hiçbir şartta kendime bu kadar saygı ile sevgi beslediğimi hatırlamıyorum.
Sanatım hakkında sıradaki seçimlerim artık netlik kazanmıştı. Tablolarım gibi sözlerim ve yapacağım seçimler de benden bir parça taşıyacaktı. Çocuk ustamın seçimine saygıyla tümseğe bir tekme de ben savurdum ve stüdyoma yöneldim. Kapımın girişinde duran ve beni göreceği ana kadar söyleyeceklerini dilinin ucuna dizmiş gibi görünen dostum gelişimi fark ettiği anda ağzını açtı. Onu bir duvarmış gibi geçtim ve stüdyoma girdim. Sakin ve kararlı biçimde çakmağımı ararken sağlıklı ve sorunsuz göründüğümü, bunların dışında hangi geçerli sebeple tablomu teslim etmediğimi sorguluyordu. Nasıl benim için vakit ve emek harcayıp galerinin en hoş ve insan gözüne en açık bölümünü tabloma ayırdığını, bunun için ne kadar uğraştığını bilip bilmediğimi, onun karşılıksız iyiliğine nasıl ve neden nankörce yaklaştığımı, üstelik bu sergide gelecek önemli insanların isimlerinden haberim olup olmadığını sordu. Dönüp dostuma panik yapmanın yersiz olduğunu söyledim ve bir sigara uzattım. Sinirli ve açıklama bekler bir bakışla elimden alıp sigarasını ağzına yerleştirdi. Çakmağı uzatıp önce sigarasını yaktım daha sonra o ilk nefesini çekerken tinerime uzanıp tablomun üstüne boşalttım. Öncesinden de büyük bir panikle ne yaptığımı bana bağırırken ona dönüp itfaiyeyi aramasını rica ettim ve çakmak çakıldı. Açıkçası eserim mükemmeldi ancak alevler içinde daha yüce ve büyük görünüyordu. Yapılışında olduğu gibi yanışında da her lahzanın tadını çıkardım. Ne dostumun bağrışını ne stüdyodan kaçışını ne de itfaiyeyi arayışını duydum. Gördüğüm ve duyduğum tek şey tatmin, kendime sevgi ve saygı, kendimle de gururdu. Sonunda yapıtım bitmişti.
Yorumlar
Yorum Gönder
Peki sen ne düşünüyorsun?