Bir Öykü - Döngü

 


Burası yeni açılmış olmalı, diye düşündüm solumdaki küçük kafeye bakarak. Önceden market vardı burada hatırlıyorum. 

Ben takıntıları olan bir insanım. Her söyleneni tekrara aldığım kaset gibi kafamda defalarca dinler,  hiç de niyetlenmemiş anlamları kendime dert edinip uykularımı zehir ederim. Sadece anlamlar değildir takıntı ettiklerim, bir konu seçer onun üzerinde tatmin olana kadar dururum.  Sonra bu kadar takıntının beni öldüreceğinden korkar, bir anda pervasız davranırım. Hatam da buydu sanırım. Takıntılarım yaşama zevkimi alacak diye korkarken pervasızlığıma yaşamımı verdim.

Eskiden böyle değildi, özgüven dolu atardım adımlarımı, herkesin düşüncesi kendinin yansımasıdır, derdim kendime ve ben benim hakkımda iyi düşünüyor, iyi hissediyorum. Eskiden elimdekileri kaybetmemem gerektiğini bilir büyük riskleri görmezden gelir, asla almazdım. Çünkü istediğim bir ben vardı. İstediğim bir öykü, giriş, gelişme ve sonuç. Riskler bunları bozabilirdi. Her öykünün, yani her insanın, geliştiği yerde değiştiğini hesap edememiştim. Bundan sebeple sonuçlar da değişmiş oldu. Özgüvenimi ve rahatlığımı kaybetmiş yerini risk almanın damarlarıma gönderdiği adrenalinle doldurmuştum. Karşılaştığım insanlar, tecrübe ettiğim durumlar bana dokunup şeklimi değiştirmeselerdi, acaba ne olurdum hiç bilemeyeceğim. 

Son anda sağa kaçarak kurtuldum karşımdan gelen bisikletten. Düşünmek beni kör ve sağır etmiş olmalıydı. Yürüdüğüm yola bakmak yerine zihnimi ve ruhumu, görmeye ve duymaya çalışıyordum. Bu pervasızlık bir gün beni öldürecekti.

Bir amacınız varsa hareket etmek çok daha kolaydır. Amaç yokken veya olması gerekenden fazlası varken adım atmak gibi basit bir eylemi bile özgüvensiz yaparsınız. Her an ne yaptığını, neden yaptığını, sorgular, sorgular ve sorgular, cevap veremez ve gittikçe şüphelenirsiniz. Kendinizden, adımınızdan. Çok başarılı, zengin veya sağlıklı olmak bile, çoktandır amaçlanmış ve ulaşılmış değilse değersiz gelir insan gözüne. Diğer yandan ne kadar pislik ve kötülük arzularsan elde ettiğin tüm başarısızlıklar ve günahlar tatmin eder ruhu. Her şey amaç sahibi olmakla başlar, adımlar atmakla devam eder, ulaşmakla biter. Şimdi de birbiri ardına adımlar atıyordum, amacıma doğru. 

"Afedersiniz" diye seslendim kırmızı tişört giyen otuzlarındaki bir adama, "Şey'e nasıl gidebilirim..."

"nereye?" diye sordu. Sorguladı, sorguladım, cevap bulamadım ve şüphelenmeye başladım. Bu sırada benim yerime elindeki yemek ile ilgilenerek uzaklaştı kırmızı giyinmiş adam. Şüphelendim, acaba nereye gittiğimi biliyor muydum? Gerçi eve gitmediğim kesindi.

11 yıl önce bu aralar Lise yıllarımın ilk günlerindeydim. Aklımda geleceğe, kalbimde yan sıramdaki kıza bakıyordum. Gözlerim yaşıtlarımı inceliyor, hayallerim gelecek havuzunda yüzüyordu. O zaman nereye gideceğimi  biliyordum. Tam gücümle kulaç attığım hayallerime yaklaştığım yaşlardı. Seneler ilerledikçe fark ettim ki, hayallerine yaklaştıkça uzaklaşıyorsun. O zamanlar hayallerim ile aramda sadece zaman varken, zaman ilerledikçe aramızda bambaşka şeyler olmaya başladı. 

Her konu netti benim için, istediğim meslek, istediğim yaşam, istediğim ben. Hayatın, önüme sinsice ve bir o kadarda açıktan yerleştireceği engeller ile istediğim meslek, istediğim yaşam ve istediğim ben'i onun hiç de istemediğini göstereceğini bilmiyordum. Belki de aslında bunları ben istemiyordum. Bahsettiğim engeller öyle kocaman ve öyle silik bir yapıdaydılar ki(bazen de tam içimizde), karşınıza çıkmadan önce bihaber üzerine koşuyor, karşınıza çıktıktan sonra da göremediğiniz için başınızı duvarlara vuruyordunuz. Tıpkı kart oynadığım günler kendimi daha hızlı koşmaya zorlayarak mutlu ettiğimi düşünürken bir anda duvara çarpmam ve üzerinde bir sürü rakamın yazılı olduğu kağıtlar yığınına düşmem gibi. Koşarken önümü nasıl görmediğimi binlerce defa sordum kendime ve aynaya baktığımda kendimi nasıl göremediğimi. Aslında o zaman "Nereye?" diye sormam gerekirdi. Hep sormam gerekirdi. Hala soruyorum içimde.

Takıntılarımı ve pervasızlığımı bir kuş alıp gitseydi keşke, uçsaydı uzaklara ve ben ayaklarım karada arkasından bakakalsaydım. Bir başka kuş gelseydi, iki gagası arasına "amacımı" tutturmuş ayaklarımın dibine bırakıp gitseydi. Ben de elimi uzatıp ulaşsaydım. 

Evet evet bu kafe yeni açılmış. Çünkü daha önce görmedim. Hayır, bir dakika, az önce görmüştüm bu kafeyi. Düşüncelerimin körlüğünde daire mi çizmiştim acaba? Yine yaklaştım sandıkça uzaklaşmış mıydım amacımdan? 

Nasıl amacıma ulaşacağımı, nasıl eski ben olmadığımı düşünerek ve "nereye?" gittiğimi bilmeden, aynı zamanda gözlerimi yeni küçük kafeden ayırmadan adım atıyordum. Nasıl, Nasıl ve nereye? Cevapları kim biliyordu?

"Sen!" dedi bir ses ve sesi takip ederek gördüğüm bisikletten kaçmam ile bisikletçinin bana küfürler savurması bir oldu. Görmüştüm bu bisikleti, bugün görmüştüm. Bisikletin de arkasından bakakaldım. Ben aynı yolu istemeden tekrar ediyordum ama acaba herkes de mi ediyordu? 

Emin olmanın son yolu kırmızı tişörtlü adamı görmekti benim için. Bozuk olduğundan gözlerimi kısarak baktım uzaklara ve devamını göremediysem de kırmızı giyinmiş bir bedeni seçebildim. Güldüm. Daha önce hiç bu kadar döngüde hissetmemiştim. Adamı yemeğinden alıkoymadan yoluma devam ettim. Nereye gittiğini bilmediğim yola.

Yolun sonunu bilmiyordum belki ama, yolun başı benim için çok canlıydı. Nasıl kendi kendimi pervasızlaştırdığım, beton bir heykel olmaktan kaçarken sigara dumanı kadar hafif olduğum, hayatın bir hamlesiyle parçalara bölünüp havaya karıştığım, planlarımdan çok sıkılıp evimi masaya yatırma riskini aldığım, şimdi ise evsiz kaldığım çok canlıydı. Pişmanlık duyamıyordum çünkü bir şeyler hissetmiştim. Korku, heyecan, adrenalin ve hayalkırıklığı. evet hayalkırıklığı bile olsa amacım hissetmekti, işte tam da bu yüzden pişmanlık duyamıyorum. Amaç kutsaldır. Ulaşmak için dualar ederiz, zamanımızı bedenimizi ve ruhumuzu adarız. Amaç dindir. Din de bir amaç. Sadece benim amacım değil. 

Benim amacım normal olmaktan kurtulabilmekti. Benim amacım hissedebilmekti. Benim amacım değişmek, gelişmekti. Gelişme kelimesini kendimce tanımladım ve gelişmeyi daha fazla hissetme anlamıyla aldım. Belki de büyük hatam buydu. Kendi aklımı dinlemem ve aklıma yanlış yolları seçtirmem. O zamanlar değişmeyi bilmediğim için değişmek kolaydı, şimdi ise nasıl yapmam gerektiğini biliyor, bu yüzden de değişemiyordum. Sadece amacınız varsa her şey kolaydır. Ama ne yapmak zorunda olduğunuz ile amaç asla bir değildir. Ben değişmek zorundayım. İşte bu yüzden değişemiyorum. Amaç peki? ben neyi amaçlıyorum?

Kafe bir kere daha göründü. Bu sefer yavaş yavaş geçtim yanından. Her ayrıntısına bakarak, dışarı süzülen kahve kokusunu içime çekerek ve anlamaya çalışarak. Döngülerden nasıl çıkılırdı? bir şeyleri değiştirerek. Nasıl değişilirdi? amaçlayarak. Amaç nasıl edinilirdi? 

Bisiklete dönüp bakmama bile gerek olmadan sağdan yürüdüm, o da döngümüzden habersiz solumdan geçerek uzaklaştı. Pedal seslerini dinledim. Hızlıydı. Demek ki gidecek bir yeri vardı. 

Eskiden evim vardı benim de. Evim kendimi rahat hissedemediğim çünkü canımı çok sıkan bir yerdi. İnsanlarla görüşmeli, bir risk almalı ve kazanmalıydım. İnsan kim, risk ne ve nasıl kazanacağım hiç önemli olmadı. O zamanlar kaba saba bir adama denk gelmiştim. Onunla görüşme riskine nail oldum. Yaşam tarzı insanlarla iç içe, umarsız, tehlikeli ve kazanç doluydu. Hepsini de masaya yatırır hiç de korkmazdı. İmrenmiştim ona. Yaşam tarzına uymak, ben de amaç edinmek, ben de kazanmak ve ben de kaybetmek istemiştim. Bazen kaybetmek de kazançtı benim için. 

Kaybetmemin bile amaç olduğu yerde amacımı kaybetmiştim. Döneceğim bir evim yoktu, gidecek bir işim ya da eşim. İlerlediğim yolun sonsuz sonu vardı ve bir türlü seçememiştim. Benim kusurum bunlardı; takıntılarım ve pervasızlıklarım. Ama benden her şeyi alıp gidecek bir yaşam tarzına takılmam ve pervasızca kendimi içine atmam gerekiyor muydu gerçekten? mutlu olmak ve bir amaca ulaşmak için birden fazla yolum yok muydu? Aptallık ettim. Şimdi bunu biliyorum. 

Kendimi en iyi benim tanımam gerekirdi, bir ömür beraber yaşadığımız için. Tanıyordum da ve bu da beni üzüyordu. Çünkü asla takıntılarımı ve pervasızlıklarımı bırakmayacaktım, ya da onlar beni bırkamayacak kadar alışmışlardı bana. Yol bu muydu ama? bu kadar mıydı? Kafe, bisiklet ve bir adam arasında yürümek gibi miydi? Ben değiştirmezsem yolum değişmeyecek miydi? Ne büyük bir eziyet gibi geldi gözüme. Ya karakterimi değiştirmek, ya da aynı yolu sonsuza kadar yürümek miydi seçimlerim sadece? Buna inanmayı reddettim. 

Uzaktan bana tekrar yaklaşan kafeyi seçebiliyordum. Üçüncü yolu düşündüm. Değişmeden değiştirmeyi veya değiştirmeden değişmeyi. Kendimden atamadıklarımla yaşadım ve yaşayacaktım. Bunları kullanmamın farklı yolları olacak mıydı acaba? Bu benim amacım olmalıydı. O görünmeyen yolu bulmak, karanlıklar arasından çekip çıkarmak, değişmeden değişmek. 

Kafe'ye yaklaştım. Bir sandalye çekip arkama yaslandım. Birkaç dakika sonra kahve siparişim gelmiş bisiklet de önümden geçmişti. 

Takıntılı olma huyumu bırakmayacaktım. Pervasızlığı bırakmayacaktım. Ama neden iyi bir durumu takmayayım? neden kötülüklere pervasız bir iyi olmayayım? Buldum, diye düşündüm. Üçüncü yol buydu. Elimdekileri, kendimdekileri kullanmak ve daha yüce daha üstün olana hizmet etmek. 

Kırmızı tişörtlü adamın geçişine gülümsedim. 

Tıpkı kaba saba eski kumarbaz dostuma imrendiğim gibi meleklere imrendim şimdi de. Kötüyü iyi etmeyi kafalarına takmış, başarısızlığa aldırmadan devam eden melekleri. 

Kahvemi bitirdikten sonra o yoldan çıktım. Ve bu o yoldan son geçişim oldu.

Yorumlar

Popüler Yayınlar